Hacı Baba evde tesadüfen bulduğu Osmanlıca yazılmış anı defterini okuyunca göz yaşlarına boğulur. Ev halkını masanın çevresinde toplayıp onlara da okur. Hacı Baba okudukça, masanın etrafındakilerin gözyaşları sel olur.
"Benim güzel kızım, öncelikle gözlerinden öperim. Bugün Temmuz ayının 14'üdür. Ramazan-ı Şerif'in ikinci günü. Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Efendi, fetva yayınlamış derler de, Çanakkale cephesinde harp eden askerin oruç tutmamasına ruhsat vardır. Lakin benim içim huzurlu etmedi. Gece nöbette, siperin önünde iki kök çiriş buldum. Allah'ın hikmeti, iyi mi kalmış ise onca harabatın içinde... Onunla sahurumu yaptım, lakin hiç kimseye söylemedim. Bütün gün yeni siperler kazmakla iştigal ettik. Bir kerecik bile susamadım. İftara doğru hasım, taarruzu arttırdı. İçimden 'İftar etmeye fırsat kalmayacak' diye geçti. Sonra komutanın talimatıyla bütün atışlar ansızın durdu. Siperlerden birinden bir asker çıktı. Düşman taarruzuna aldırmadan 'Allah-u ekber' diye akşam ezanını okumaya başladı. Yanıma döndüm, elden ele dolaşan mataralar vardı. Bir yudum içen, yanındakine veriyor. En son bana geldi. Dudaklarım titredi. Ben de diyordum ki, yalnız baban oruçludur. Lakin bütün bölük oruçluymuş. İçime bir ateş düştü o an. Ben o iki çirişi yedim ya, bunca insan sahursuzken ben onları nasıl yedim? Ben şimdi gardaşlarımın hakkını iyi mi öderim? Ezurumlu'nun, Darendeli'nin, iftarını yapmadan şehit düşen Yeniceli'nin hakkını iyi mi öderim?" Masadaki hepimiz gözyaşı dökerken, Hacı Baba konuşmaya süre gelir;
"Defteri nereden buldunuz bilmiyorum ama eğer sahibi yoksa, bunu her insanın görmesini isterim. İftarını, sahurunu yaptığımız Ramazan'ların değerini bilelim..."
Ramazan'ın ruhu bundan daha iyi nasıl ifade edilir bilmiyorum fakat bildiğim bir şey var:
Bizim önce 'Çanakkale ruhuna' niyet etmemiz lazım!
Sultan II. Abdülhamid'in son senelerinde vefat eden emekli miralay Osman Fevzi Bey'in vasiyetnamesinden bir bölüm:
"Sevgili Refikam Semahat Hanım;
Sizinle ilk tanışmamız, fazlaca ibretamiz olmuştu. Komşularımızın tavsiyesi ile size talib olduk ve rahmetli validem ile birlikte, evinize, sizi istemeye gelmiştik. Âdet suretiyle, kahve ikram etmeniz icab ediyordu. Biraz sonra kahvelerimizi getirdiniz. Valideminki mütevazı idi, ama ben bir yudum alınca neye uğradığımı anlamadım. Çünkü kahveye şeker yerine bol mikdarda tuz koymuştunuz.
Size bunu hissettirmemeye çalıştım, ama derhal farkettiniz ve bir çığlık attınız. Ben ise, sizi mahcub etmemek için; "Aman efendim, ne hoş bir tesadüf, bendeniz, asker tabiatli olduğumdan herhalde, kahveyi tuzlu içerim. İnşaallah mes'ud bir yuva kurarız ve siz de bana hergün tuzlu kahve yaparsınız." demişdim.
İşte sevgili Semahatcığım, sizinle tam 50 yıl idame eden bu mes'ud izdivacımız, tuzlu kahve ile başladı. Aslında hayatımda o ana kadar asla tuzlu kahve içmemişdim. Zaten İçilecek gibi de değildi. Siz 50 sene boyunca hergün bana, hoşuma gittiğini zannederek tuzlu kahve yaptınız. Bu kahvenin her yudumu zehir şeklinde acıydı. Fakat bu azabı size hiç hissettirmedim. Zira, karşımda mahcub bir hale düşmeniz, kalbinizin kırılması bana, tuzlu kahveden daha acı gelecekdi. Bu yüzden size hiçbirşey hissettirmedim.
Artık ahiret yolculuğu başlıyor. İnşaallah dünya hayatındaki beraberliğimiz Cennet'te de sürer. Çünki, "Dünyada kimi seviyorsanız, ahırette de birlikte olursunuz" sözü hadis-i şerifdir. Sizleri Alalhü Teâlâ'ya emanet ediyorum."
Osmanlı Devleti döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde herkesin istifadesine aleni bir hayır kurumu yapıp ahirete o şekilde gitme, en büyük ideal idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir hastane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin fakat Rabbiyle her zamanirtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar.
İşte bu fikir Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin bir tek kendi defterine kaydolmasını dilek ediyor ve Rabbi’ne bu şekilde bir hediye takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulunuyor ve "Kimseden yardım kabul etmeyin" diyordu.
Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi haline, "Ey Allah’ım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu yoksul kuluna bir şey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden bu şekilde işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmektir." der ve ustalara müracaat eder.
Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp bölgeler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye Camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: "Ne yaptınız, kimden ne aldınız?" diye sorar. "Yaşlı bir nine geldi; oldukca ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık." derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.
Vehbi Tülek
Şeyh Hamza, Fatih Sultan Mehmed Han'ın hocası Akşemseddin hazretlerinin babasıdır. Vefatından sonrasında yaşanmış olan bir hadise nedeniyle "Kurtboğan Velî" olarak ünlü olmuştur...
Bu kutsal zat, büyük velîlerden Pîr İlyâs hazretlerinin halîfelerindendir... On dördüncü asırda yaşamış olan Amasya Emiri Şadgeldi Paşa'nın yaptırmış olduğu köprüden geçip İstasyon'a doğru ilerlediğinizde bir mescid vardır. İşte Şeyh Hamza hazretlerinin kabri bu mescidin yanındadır...
Akşemseddin hazretleri, bir Hak âşığı olan babasını şöyleki söylemektedir:
"Biz on iki kardeş idik. Babam bir gün, hepimizi toplayarak yüzümüze uzun uzun bakıp Allahü tealaya hamdetti. Biz zandettik ki, babam, Cenab-ı Hakk'a bizleri kendisine ihsan etmiş olduğu için hamdetmektedir. Lakin babamın dervişlerinden Nur-ül Hüda kendisine;
-Efendim, ben sizin niçin hamdettiğinizi anladım, dedi. Babam;
-Mademki anladın, söyle bakalım ben neden hamdettim? Diye sorunca o da şöyleki yanıt verdi:
-Efendim, siz şuna hamdediyorsunuz ki: Allahü teala, bana on iki evlad verdiği biçimde hiçbirisinin muhabbeti, kalbimi kendi sevgisinden ayıramamıştır..."
İşte, İstanbul? Fethedilene kadar Fatih Sultan Mehmed Han'ın yanından asla ayrılmayan Akşemseddin Hazretleri bu şekilde bir babanın evladıdır.
Şeyh Hamza vefât etmişti. Kendisini defnettiklerinin gecesi bir kurt gelip kabrini açmaya çalışır. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü çıkararak yerdi. Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve yemek istemişti. Fakat o mübârek, elini uzatıp, kurdu boğazından sıkarak öldürmüş; o beldeyi bu musibetten kurtarmıştır.
Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü; Şeyh Hamza'nın elini de mezardan çıkmış halde buldular... Aralarında hâl sâhibi bir derviş vardı. Oradakilere şöyleki dedi:
-Kurda dokunduğu için, Şeyh Hamza'nın eline salya da bulaşmıştır. Bu sebeple yıkanması lâzım. Zaten el, bizlere keramet işaret etmek için değil, bu sebeple dışarıda kalmıştır!..
Gerçekten de Şeyh Hamza'nın, kabrin dışında kalan eli yıkanınca derhal içeri çekilmiştir...
İşte, Akşemseddîn hazretlerinin babası, o günden sonrasında "Kurtboğan Velî" diye anılmıştır...
Yavuz Sultan Selim Hân zamanında fazlaca fakir bir adam, borçlarını ödeyemeyince zora düşmüş ve sabah soluğu Yavuz Sultan Selim Hânın yanında alır ve der ki:
— Sultanım, bana bir kese altın verecekmişsiniz.
Selim Hân merak edip sorar:
— Vereyim vermesine de, bir sebep söyleyecek misin?
— Ben, 63 yaşlarında, İstanbul eşrafından Mehmet. Zamanında oldukca zengindim Sultanım. Lâkin bir süre önce başıma gelen bir musîbet sonucu malımı, mülkümü, neyim varsa kaybettim. Borç batağından bir türlü kurtulamadım. Dün gece teheccüd namazı kılınca şöyleki duâ ettim: “Yâ Rabbi! Beni eşime, çocuklarıma ve dostlarıma mahçup etme! Derdi veren de sensin, dermanı veren de... “Rüyâmda Resûlullah efendimiz sallâllahu aleyhi ve sellem geldi ve dedi ki: “Ey Mehmet! Hüzünlenme evlâdım! Yarın sabah saraya git, Selim’ime selâm söyle, sana bir kese altın versin!” Eğer bunun sebebini sorarsa; “Her gece okuduğu, benim rûhuma armağan ettiği 100 salevât-ı şerîfi dün gece okumayı unuttu. Okumadığı salevâtlar hürmetine seni sevinçli etsin!” dedi. Bunu dinleyen, Selim Hân derhal bir kese altın çıkartıp verip der ki:
— Ne olur, tekrar söyle! Ne dedi Habîbullah?
Mehmet amca tekrarlar. Selim Hân, erkeğe bir kese altın daha verince yeniden aynı şekilde tekrar anlatmasını talep eder:
— Ne olur, yeniden söyle! Ne dedi Habîbullah?
Böylece Selim Hân 17 kese altını da verince, yanında bulunan dostu Hasan Can söze karışır:
— Sultanım! Mehmet amca getirmiş olduğu haber vesîlesi ile mesut oldu. Aldığınız haberle siz de mesut oldunuz. İsterseniz Mehmet amcayı gönderelim, başı sıkıştığında tekrar gelsin, ne dersiniz?
Hasan Can adamı uğurlayıp döndüğünde Yavuz Selim Hânı yerde secde eder vaziyette görür görmez ona bişey oldu düşüncesiyle omzuna dokunur; Yavuz Sultan Selim başını kaldırıp ve luk arasında der ki:
— Duydun mu Hasan Can? Resûlullah efendimiz benim için “Selim’im” demiş, duydun mu? Binlerce şükürler olsun. Bizi bu şerefe nâil etti. Rabbime hamdolsun! Ey Hasan Can! Eğer sen o amcayı göndermeseydin, değil malımı mülkümü, tâcımı, tahtımı, sarayımı Resûlullah efendimizin bana “Selim’im” demesine fedâ edecektim...
İstanbullu Üsteğmen Muzaffer; 18'inci Kolordu, 51'inci Tümen, 9'uncu Alay emir subayı olarak, kendi alayından bir bölüğe komuta ediyordu... 27 Mart 1916 tarihinde Irak Cephesi Felahiye Muharebesinde boğazından ağır yaralanmıştı...
O kahraman, hayatının son dakikalarına geldiğini görünce sükûnetle son görevini oluşturmaya başlamış ve konuşamadığından cebinden çıkardığı bir mektup zarfının üstüne kurşun kalemle ilkin; "Kıble ne yöndedir?" diye yazarak sormuştur. "Bölük intikamımı alsın" Millî onur ve fazileti bulunan ak yüzünü ve pak alnını, görevini başaranlara mahsus güzellikle huzûr-i peygamberîye çevirmiş ve kalbindeki şehâdeti dille söylemeye takati olmadığından, kana boyanan o zarfın ortasına okunaklı bir biçimde Kelime-i şahâdeti yazmış, sonra bu büyük asker, bölüğüne son sözünü söylemek isteyerek aynı zarfın üç yerine; "Bölük intikamımı alsın" cümlesini yazarak, ikisini imzalamış, üçüncüsünü ise imzâlayamadan son nefesini vermiş, tabanca dostlarının safları önünde uçmak, bölüğüne kanat gererek gölgesine sığındırmak için yükselmiştir!..
Muzaffer Üsteğmenin bu ulu davranışı yâni bir Türk subayının misal maneviyâtı olan o kanlı beyaz zarf, Askerî Müze'ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher değerinde bir miras olmuştur. Onlar "Yaşayan ölü"!.. "Yaşayan ölüler"in mirasları içinde bu zarf da yaşayacak, dâima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır. Büyük meydanların büyük imtihanlarında kazanılan bu şehâdetnâmeler; her genci imrendirip, örnek olacak bir etki yapacağı gibi, her babanın kalbinde böyle evlâda sâhib olma duygusunu yükseltecek, nihayetinde millet bu yüzden kendi fedâkârlığına güvenecektir. Bu şehidin ruhunu fatihalarla yâd edelim...
İstanbullu Üsteğmen Muzaffer; 18'inci Kolordu, 51'inci Tümen, 9'uncu Alay emir subayı olarak, kendi alayından bir bölüğe komuta ediyordu... 27 Mart 1916 tarihinde Irak Cephesi Felahiye Muharebesinde boğazından ağır yaralanmıştı...
O kahraman, hayatının son dakikalarına geldiğini görür görmez sükûnetle son görevini meydana getirmeye başlamış ve konuşamadığından cebinden çıkardığı bir mektup zarfının üzerine kurşun kalemle ilkin; "Kıble ne yöndedir?" diye yazarak sormuştur. "Bölük intikamımı alsın" Millî onur ve fazileti bulunan ak yüzünü ve temiz alnını, görevini başaranlara mahsus güzellikle huzûr-i peygamberîye çevirmiş ve kalbindeki şehâdeti dille söylemeye takati olmadığından, kana boyanan o zarfın ortasına okunaklı bir şekilde Kelime-i şahâdeti yazmış, sonra bu büyük asker, bölüğüne son sözünü söylemek isteyerek aynı zarfın üç yerine; "Bölük intikamımı alsın" cümlesini yazarak, ikisini imzalamış, üçüncüsünü ise imzâlayamadan son nefesini vermiş, tabanca dostlarının safları önünde uçmak, bölüğüne kanat gererek gölgesine sığındırmak için yükselmiştir!..
Muzaffer Üsteğmenin bu ulu davranışı yâni bir Türk subayının örnek maneviyâtı olan o kanlı beyaz zarf, Askerî Müze'ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher değerinde bir miras olmuştur. Onlar "Yaşayan ölü"!.. "Yaşayan ölüler"in mirasları arasında bu zarf da yaşayacak, dâima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır. Büyük meydanların büyük imtihanlarında kazanılan bu şehâdetnâmeler; her genci imrendirip, misal olacak bir etki yapacağı gibi, her babanın kalbinde bu şekilde evlâda sâhib olma duygusunu yükseltecek, sonunda ulus bu nedenle kendi fedâkârlığına güvenecektir. Bu şehidin ruhunu fatihalarla yâd edelim...
Devlet adamlarının istişare edebilecekleri âlimlerin olması ve onların da hiç çekinmeden doğruları söylemeleri ne büyük bir nimettir... İmam-ı Rabbani hazretleri bu hususta buyuruyor ki:
"Dünyalık ardında olan din adamlarının laflarını dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek benzer biçimde zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Tarihte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı."
Avrupalıların, "Büyük Türk" ve "Muhteşem Süleyman" lakaplarını verdiği, Kanuni Sultan Süleyman Han, büyük âlim ve velî Beşiktaşlı Yahya Efendi'yle sütkardeşti. Bu kutsal zat bir gün atıyla giderken iki papaz yolunu keser. Atın yularını tutup, şöyle derler:
-Yahya Efendi, Yahya Efendi! Söyle bakalım, sizin dininizde ölmüşlerden vergi almak var mıdır?
Mübarek, şaşırmış bir hâlde cevap verir:
-Hayır böyle bir şey yoktur.
-Ama sizin sultanınız bizim ölülerimizden bile cizye alıyor bu nasıl oluyor?..
Bunun üstüne Yahya Efendi hemen Padişaha bir mektup yazar. Mektupta çok ağır ifadeler vardır:
“Oturduğun o taht sana haram olsun, başına geçsin. Zulmün ölülere bile ulaşmış da haberimiz yok. Bu yaptığın zulüm nelerdir? Derhal o tahtı terk et!”
Koskoca “Cihan Sultanı” bu mektubu alır almaz derhal yanındakilerle beraber yola çıkıp Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhına gelir.
-Hayırdır ağabey! Ne suç işlemişim acaba? Diye sorar.
Yahya Efendi hâlâ celallidir:
-Daha ne olsun! Memurların gayrimüslim vatandaşların ölmüşlerinden bile cizye alıyormuş! Böyle zulüm olur mu?
Padişah hemen yanında bulunanlara sorar ve bir ihmal olduğunu, kayıtların beş senedir yenilenmediğini anlar. Rengi sapsarı olur. Derhal kayıtları yenilettirir. Fazla alınan vergilerin hepsini iade ettirir ve helallik diler...
Kanuni Sultan Süleyman Han, bu arada tahta da oturmaz. “Memurlarımın bir hatasıdır” diye bir mazerete de sığınmaz ve doğruca Yahya Efendi'ye gidip;
-Dediklerini hallettim, şimdi tahtıma oturabilir miyim, ağabey? Diye sorar. Bir “Gönül Sultanı” bir “Cihan Sultanı”na emreder:
-Git artık iyi mi oturursan otur! Sen bir cihan sultanısın, bunun gereğini hakkıyla yerine getir!
Koca Kanunî dergâhtan ayrılırken, ülkesinde, kendisini uyarı edecek böyle âlimler bulunduğu için şükreder ve gözyaşlarını da tutamaz!..
Osmanlı padişahları bazen tebdil-i kıyafetle kısaca kılık değiştirerek halkın arasında dolaşırlardı. İkinci Mahmud Han da bigün bu şekilde tebdil-i giysiyle Saray'dan ayrılır. Yolu bir kahvehaneye düşer... Yaşlı çaycıya herkesin "Tıkandı Baba" diye hitap ettiğini görüp, bu lakabın nereden geldiğini sorar.
Çaycı, hikâyesini şu şekilde anlatır:
-Bir gece rüyamda gürül gürül akan çeşmeler gördüm. Birisi iyi akmıyordu "Bu kimin?" diye sordum, "Senin" dediler. "Mademki bu çeşme benim" diyerek daha iyi akması için yerden bulduğum bir çubukla açmaya çalıştım. Çubuk kırıldı, su asla akmaz oldu... İşte bu rüyamı komşulara anlatınca, adımız "Tıkandı Baba"ya çıktı...
Sultan Mahmud Han, oradan ayrılırken vezirine, "Bu adama bir ay boyunca her gün bir sini baklava gönderin. Her dilimine de bir altın yerleştirin!" diye talimat verir...
Ertesi gün baklava gelir. İhtiyar çaycı, "Baklavayı satayım da üç beş kuruş kazanayım" diye düşünür. O arada gördüğü bir Yahudi baklavayı rayiç fiyattan daha aşağı alır. Yerken de altınları görür. Yahudi bir şeyler anlamaya çalışır... Ertesi günü çaycıyı görüp, "Sana baklava getiren olursa ben tekrar daha yüksek fiyattan alırım" diye de tembihler... Ve Yahudi her gün fiyatı artırarak almaya süre gelir... Çaycı da, "iyi para kazanıyorum" diyerek baklavaya hiç dokunmadan satar...
Bir ay sonra, baklava getirme işi biter. Sultan, "Şu çaycıyı bir ziyaret edeyim" diye düşünür. Padişah tekrar tebdil-i kıyafetle, çaycının yanına gelir. Çaycıda bir değişim olmadığını anlayınca, "Baklavaları ne yaptın?" diye sorar. O da, hiçbirini yemeden sattığını söyler. Bu sefer onu bir kenara çeker ve aslolan kimliğini söyleyerek Hazine'den bir miktar altın vermek suretiyle, saraya davet eder. Çaycı şaşkındır!.. Birlikte Saraya giderler. Sultan, "Şu küreği al, altınlara daldır, ne kadar dolarsa hepsi senindir" der. Çaycı heyecanla küreği daldırır. Fakat o da ne! Küreğin üzerinde bir altın vardır. Çünkü küreği ters daldırmıştır!.. Mahmud Han "Demek nasibin bu kadarmış" der. Ona destek olmak için başka imkânlar da sunar. Ancak o hiç bir fırsatı değerlendiremeyince, Padişah, tarihe geçen su lafı söyler:
-Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud!
Hiç uygun olmayan bir vakitte asla uygun olmayan hareket meydana getiren, yahut laf söyleyen hakkında kullanılan bu deyimin hikayesi şöyleki;
Sultan II. Mahmut devrinde Mehmet Efendi isminde bir zat yaşarmış. Münasebetsizlikle şöhret bulmuş. Padişah bigün onu dinleyip münasebetsizliğinin derecesini ölçmek istemiş. Efendiyi huzura getirmişler. Uzunca bir söyleşi olmuş, ama adamda hiç bir münasebetsizlik yok. Nihayet söyleşi sona erip Mehmet Efendi birkaç kese ihsan alarak oradan ayrılmış.
Aradan günler geçmiş. Sultan Mahmut Babıali’yi teftişten döndüğü bir sırada faytonuyla Cağaloğlu yokuşunu çıkmakta iken Mehmed Efendi arabacıya seslenmiş: - Hünkara arzım vardır, bildiriniz. Sultan Mahmud sesi tanıyıp " Galiba önemli bir maruzatı var" diyerek arabacısına bir lahza beklemesini söyler. Ne var ki yokuşun en dik olduğu noktada durmuşlardır ve atların orda zabtedilmeleri zordur; ayakları yokuş aşağı kaymaya başlar.
Mehmed Efendi oldukça sakin, sorar:
- Padişahım, acaba zurna çalmasını anımsar misiniz?
- Hayır, bilmiyorum, der.
- Bendeniz de bilmiyorum efendim.
- Öyle mi? Der padişah, sözün sonunu bekleyerek. Bu sırada fayton da geri geri kaymaya başlamıştır. Mehmed Efendi devam eder:
- Evet efendimiz! Bursa’da halamın damadının bir yaşlı teyzezadesi vardır?
- Eee!?
- O da zurna çalmasını bilmez Efendimiz. -
Ya!.. - Vallahi efendimiz, hatta..
Arabanın yokuş aşağı gideceğinden korkan Sultan Mahmud dayanamayıp adamlarına bağırır:
- Çekin şu Münasebetsiz Mehmed Efendi’yi yolumdan yoksa ya ben bayılacağım; veya atlar!
BU HABER HAKKINDA YAPILAN YORUMLAR
Bir zamanlar orta Anadolu’yu misli zor görülen bir Resulullah aşkı sarıyor. Yanık sevdalılar salât ve selâmlarını sabah rüzgarlarına ısmarlarlar. Münevver Medine içlerini yakar fakat mukaddes topraklara gidemeyecek kadar fukaradırlar.
Niye o şekilde yaparım bilmiyorum üç adımlık mesafeyi 10 saatte alır, anayoldan ayrılan her patikaya girer çıkarım. Adına kuytuların tutkusu, Anadolu aşkı, macera, gizem, macera ne derseniz deyin. Huy işte. Kızılcahamam civarlarında otobandan ayrılan bir yol var ki yıllardır içimde ukdedir. Şu Çamlıdere denilen yere niye gidemedim bilemem. Ama bu defa atlamıyorum. Dar ve virajlı bir yoldan döne döne aşama kaydediyor, minik küçük tepeler aşıyorum. Kasaba ansızın karşıma çıkıyor. Kiremit kızılıyla, badana akının netleştiği yerde el frenini çekiyorum. İşte bu resim kaçmaz. Makinemi alıp iniyorum. Kadrajı ayarlarken uzak bahçelerden ceviz toplayan evlatların sesi geliyor. Taa karşı tepede bir teke böğürüyor. Ötelerde fakat oldukca uzaklarda bir kamyon olmalı. Rampada zorlanıyor mu kim bilir, motor inim inim inliyor. Sesi aniden boğulup azalıyor, sanırım keskince bir virajla vadiye iniyor. Sonra. Sonra sessizlik. Kulaklarım bir hoş oluyor. Çamlıdere adıyla mütenasip bir belde. Çamı da var, deresi de. Burası kendi halinde, hatta biraz fazla kendi halinde. Ortalıkta üç beş esnaf görünüyor, birkaç asmalı kahve. Bunlar bayağı şeyler, fakat kasabaya hakim tepede kurulan külliye dikkat çekecek kadar sıra dışı. Tabelâsında aşina bir isim okunuyor: Ali Semerkandi Hazretleri!
BİR ZAMANLAR
Yıllar evvelinde ama uzun seneler evvelinde (13. Yüzyılda) Çamlıdere kervan geçmez bir beldedir. Ahalisi fakir, fakat tok gözlüdür. İnançlı ve samimidirler. Alemlerin Efendisini aşk derecesinde severler. İçli içli ah çekerek Mescid-i Nebiyi ve Ravda-i mutahhareyi hayal ederler. Ah, bir anlığına Şebeke-i Saadetin önüne ulaşabilseler ve bir kez olsun Şefaat ya Resulallahdiyebilseler... Ama o fukaralık yok mu, bellerini büker.
AŞIKLARIMIN YANINA
İşte Çamlıdere halkının Server-i âlem aşkıyla tutuştuğu demlerde Peygamber Efendimiz türbedârının rüyasına girer. Filan beldede ümmetim hasretimle yanıyor, ancak buraya gelemiyorlar. Sen onların ayağına git. Seni ziyaret edenler, beni ziyaret etmiş şeklinde olsunlar buyururlar. Ali Semerkandi Hazretleri hemen o sabah yola menfaat. Manevi işaretleri takip ede ede Şeyhler'e (O zamanlar Çamlıdere'nin ismi Şeyhler'dir) varır. Yöre halkı bu ilginç dervişi bağırlarına basarlar. Döşek gösterir, lokmalarını paylaşırlar. Mübarek vazifesini sır gibi saklar. Kâbul ederseniz sizinle yaşıyayım der, sanırım bir işe yararım, hayvanlarınızı otlatabilirim meselâ. Ahali Sen istiyorsan niye olmasın diye gülümserler, fakat dişe dokunur bir para arama. Mübareğin akçeyle pulla işi olmaz. O gündüzleri elde tesbih dağ bayır dolaşır, akşamları halkasına katılanlara kutsal beldeleri anlatır. Serin yayla gecelerini Haremeyn rüzgarlarıyla ılıtır. Ancak hallerini sırrını ne kadar saklarsa saklasın halk fevkaladeliklerin farkındadır. Eğer, azgın boğalar kuzuya döndü ve çorak bozkırlar yeşile kestiyse bu çoban boş olmamalıdır.
Buzağılar uslu uslu anaları ile otlar, ineklerin göğüsleri güğüm güğüm süt tutar. Meçhul çobana kurtlar kuşlar selâm dururlar. Ali Semerkandi Hazretleri her veli şeklinde tevazu ehlidir ama kerametlerini saklayamaz. Mesela diyeceksiniz? Meselâ sıcağın sarıya kestiği günlerden birinde abdest tazelemek ister. Ancak kır çeşmesinin lülesindeki son damla da yere düşer. Mübarek uzun uzun kuru yalağa bakar. Sonra telaşla sağa sola koşar. Güneş devrilmekte vakit geçmektedir. Gerçi su bulunmayan yerde teyemmüm de yapılır ama onlar ehli takvadır. Alemleri yaratan ve gökleri yıldızlarla donatan Allah’ın ilginç kulunu unutmayacağını bilir ve dolu dolu su sunacağından ismi kadar emindir. Öyle ya O (Celle celalüh) nelere kadir değildir. Nitekim asasını sapladığı yerden su sızmaya adım atar ve büyüye büyüye bel şeklinde kalınlaşır. (Bu su halen Çamlıdere Eskipazar arasındadır, üzerinde şirin bir mescid vardır.)
ÇEKİRGE SUYU
O tarihlerde Osmanlının payitahtı olan Bursa görülmemiş bir afet yaşar. Nereden geldiği meçhul çekirgeler bulut bulut arazilere konar, ekinleri kuruturlar. Tebâ perişan, devlet çaresizdir. Padişah bakar olmaz, haber çıkarır. Kimin bir mahareti var ise, yetişsin der, gelsin bildiğini denesin! Ali Semerkandi Hazretleri tevekkül ehlidir. Derdi gönderen Rabbim çaresini de verir der ve sahrada sızan suyu Bursa'ya gönderir. Onun silahı duadır, kimbilir su bir ihtimal bahanedir. Nitekim mâlum suyun döküldüğü tarlalardan çekirgeler çekilir. Sürüler bu gün Çekirge diye tanınan semtte birikirler.
Padişah Peki şimdi ne olacak derken, sema kararır. Milyonlarca sığırcık yere iner ve haşeratı mahveder. Çok geçmeden, çayırlar yeniden yeşerir, ortalık bereketlenir. Padişah Ali Semerkandi Hazretleri'nin hizmetinden çok memnun kalır. Onu Bursa’ya davet eder. Baldan tatlı bir sohbetin arkasından Dile benden ne dilersen der. Ancak mübarek kendi için bir şey istemez. Israr üzerine Sultanım hemşehrilerim oldukca gariptir der onlar için birşeyler yapabilirseniz ne âlâ. Padişah hemen bir ferman yazar ve Çamlıderelileri askerlikten ve vergiden muaf kılar. Eh bunlar da az ikram değildir hani. Bu samimi insanlar saadetleri için çalışan büyük veliyi unutamazlar. Ali Semerkandi Hazretleri’nin kabri üstüne harika bir türbe, etrafına görkemli bir külliye yaparlar. Enteresandır ama burada dünyaya gelen erkeklerin bir çok Ali adını taşır, geriye kalanlar mı? Onlar da Mehmet Ali, Ali İbrahim, Durali, Alihan, Alişan'dırlar. Vaktiniz müsait olur mu bilmiyorum, eğer Ankara yolunda Çamlıdere diye bir tabela görürseniz, girin. Pişman olmayacaksınız.